İzleyiciler

19 Ocak 2018 Cuma

OSMANLIDA SÜBYANCILIK, OĞLANCILIK HOMOSEKSÜELLİK


"... ve yaz olunca avretlere meylet ve kışın oğlanlara, ta ki bedenen sağlam olasın." 

(11. yüzyılda yaşamış Kuhistan Sultanı Kâbus’un oğluna nasihat kitabı Kâbusname’den)
Başbakan’ın bağnaz otoriterliğinin son numunesi olan “kızlı-erkekli yaşam” tartışmasından sonra İslamcı yazarlardan Hayrettin Karaman, Başbakan’ı savunmak için “kadın ve erkek öğrencilerin bir veya birkaçının aynı evlerde kalmalarının Müslüman milletimizin ahlak, gelenek ve göreneğine göre meşru olmadığını” söyleyince, İslamcı yazarların pek beğendiği Osmanlıların bu konulardaki pratiklerine bir göz atıp neyin ‘meşru olduğunu’ anlamaya çalıştım.

Türk psikiyatrisinin kurucusu Ord. Prof. Mazhar Osman Usman (1884-1951)’ ın öğrencisi olan Prof. Dr. Ayhan Songar (1926-1997) cinsel patolojiyi incelerken, Osmanlı Saray Edebiyatı ve Divan şiirinden örnekler verir. Songar, Osmanlı Sarayındaki “içoğlanı” kurumunun sübyancılık ve oğlancılığın en somut örneklerinden biri olduğuna vurgu yapar. Songar’ın belirttiği üzere, Sarayın, oğlan gereksinimini karşılamak üzere özellikle Sakız adasında edilgen eşcinseller yetiştirilirmiş. Oğlan çocuğunu bu iş için yetiştiren ve geçimlerini bu yolla sağlayan aileler, önce çeşitli kateterleri çocuğun anüsüne sokmak suretiyle onu alıştırır, daha sonra aile bireylerince anal ilişki (fiili livata) bizzat uygulanır ve sonunda oğlan istenilen kıvama gelince, altın karşılığında Saraya satılırmış. Ayrıntıları Ayhan Songar’ın “Psikiyatri” adlı eserinin “Seksüel Patoloji” bölümünde bulabilirsiniz. (Psikiyatri, Prof. Dr. Ayhan Songar, Seksüel Patoloji, s: 345, Gül Matbaası, 1971)
Klasik psikiyatride homoseksüellik (eşcinsellik), pederasti (oğlancılık) ve pedofili (sübyancılık) üç ayrı psikoseksüel sapkınlıktır. Modern psikiyatri bunları psikoseksüel hastalıklar olarak görür.
Yetişkinlerin erkek çocuklara karşı duydukları cinsel ilgi pederasti, küçük erkek ve kız çocuklarına karşı duyulan cinsel ilgi ise pedofili olarak tanımlanır. Pedofil ve pederastların çoğu genelde erkektir. İster sapkınlık, ister sapıklık, ister hastalık olsun, çağdaş toplumda eşcinsellik belli bir yere kadar hoş görülse de çocukların cinsel istismarına yönelik pederasti ve pedofili kesinlikle kabul görmez ve yasalara göre suçtur.
Ancak feodal ve köleci toplum anlayışı üzerine kurulmuş olan Osmanlı İmparatorluğunun tarihine baktığımızda belli bir dönemde pederasti ve pedofilinin özellikle Saray çevresinde bir hayli beğeni kazandığını görmekteyiz. Şark-İslam geleneğinde erkek adam(!) için “edilgen eşcinsellik” pek hoş karşılanmasa da, “etken eşcinsellik”, yani, oğlancılık, kulamparalık ve zoofili (hayvanla cinsel ilişki) belli çevrelerde ve kırsal kesimde kabul görmüştür. (Kulampara < gulampare: “oğlan parçası” anlamına gelir).
Oğlanlara düşkünlüğün (özellikle XIV-XVIII. Yüzyıl) Osmanlı kültüründe onay görmesi ve Saray çevresinde çok revaçta olması nedeniyle eşcinsel-pederastik-erotik bir edebiyat “Divan Edebiyatı” gelişmiştir. Divan şairlerinin cennette hizmet eden, sakilik yapan, “saklı inciler”e benzetilen “gılman” (gulam ’ın çoğulu) tasvirlerinden esinlenerek pederastik içerikli dizelere veya tümüyle pederastik şiirlere yer verdikleri görülmektedir.
Hemen hemen tüm Divan şairlerinin kullandığı oğlancılık ve eşcinsellikle ilintili Hamamnamelerde, hamam âlemlerinden, oradaki yakışıklı gençlerden ve her tür hizmet sunan hamam oğlanlarından söz edilir. Şehrengizler, başta başkent İstanbul olmak üzere, büyük kentlerin eğlence yerlerini ve güzellerini anlatır. Erkekler erotik bir şekilde övülür. Mesihi’nin Medhi Cüvânânı Edirne” (Edirne’nin Oğlanlarına Övgü) adlı şehrengizi ünlüdür.
Enderunlu Fazıl Bey’in Hubabnamesi çeşitli uluslardan delikanlıların cinsel özelliklerini şiirsel bir dille anlatır. Defteri Aşk adlı eseri eşcinsel aşkla ilgilidir. Çenginamesi XVIII. yüzyıl İstanbul’unun erkek dansçılarını anlatır. Divanı da eşcinsel, pederastik temalı şiirlerle doludur.

Divan Edebiyatında Pederastik Şifreler

İlk bakışta bir kadın sevgiliye yazılmış gibi görünen Divan şiiri mercek altına alındığında dizelerde sözü edilen sevgilinin erkek veya oğlan olduğu anlaşılır. Divan edebiyatının kendine özgü pederastik şifreleri, sözcükleri, simgeleri, benzetmeleri vardır. Divan şairleri bu şifreli sözcükleri gerektiğinde kullanırlar. Divan şiirini çözümlemeye yardımcı olacak jargonun bazı şifreler şunlardır:
Civan: Genç, taze delikanlı, oğlan anlamına gelen Farsça bir sözcüktür. Cüvan ve nevcivan şeklinde de kullanılır. Şiirlerdeki civan heveskârdır, eğlenceye düşkündür, aşırı ateşlidir, yeni açılmaya başladığı için de mahcup ve ürkektir.
Hat: Gençlerin yanağında çıkan ince tüy, ayva tüyü anlamına gelir. Kelime yazı anlamına da geldiğinden yazıya benzetilen tüyler yanak sayfası betimiyle kullanılır.
Hal: Oğlanın vücudunun çeşitli yerlerinde bulunan benek ve benler için kullanılır.
Hub: Güzel, günah; “huban”: erkek ve kadın güzeller, anlamlarına gelir. Hat ile eşanlamlı olarak kullanılır.
Yusuf: Tevrat ve Kuran’da adı geçen Yusuf Peygamber şairlerin erkek güzellerini betimlemekte kullandıkları bir simgedir.
Serv: Servi ağacı, erkek sevgilinin uzun boylu olduğuna işaret eder.
Ruh, rüh: Bu sözcük Farsçada “yanak” anlamına da gelir. Ruhi al: pembe yanak, al yanak; ruhi zerd: sarı, solgun yanak anlamındadır. 


Günah Keçisi: Olivera Despina 
Olivera Despina.
Orhan Gazi zamanında (1326-1359) Osmanlılara esir düşen Bizans’ın Selanik Başpiskoposu Gregory Palamas, Osmanlı’da sapkınlığın çok yaygın olduğunu, özellikle Hıristiyan esirlere yönelik tacizlerin çok olduğunu yazar hatıratında. ‘Oğlancılığın’, I. Bayezid döneminde başladığını kabul eden kaynaklar ise suçu Bayezid’in karılarından Sırp asıllı Olivera Despina’ya atarlar. Güya bu gâvur hatunun kocası için bulduğu Hıristiyan oğlanlarla başlamıştır eşcinselliğin Osmanlı’da kurumsallaşması ve saraydaki ‘iç oğlanları’ örgütlenmesinin nüvesini bu oğlanlar oluşturmuştur… 
Palamas’ın da esareti sırasında cinsel tacize maruz kalıp kalmadığını bilmiyoruz, ama tarihe düşmanlarına reva gördüğü ölüm şeklinden dolayı Kazıklı Voyvoda olarak geçen Romen boyar’ı (bir soyluluk unvanıdır) Vlad Tepeş Drakula’nun 1442-1448 arasında rehin tutulduğu II. Murad’ın Edirne’deki sarayında yaşadığı tecavüzlerden dolayı böyle acımasız biri olduğuna dair kaynaklar var. (Drakula ile birlikte rehin olan kardeşi Radu ise, kendi isteği ile 1462’ye kadar İstanbul’da kalmıştır ki, bunu nasıl yorumlamak gerekir bilmiyorum.)


Yaz Olunca Avretlere, Kış Olunca Oğlanlara 
Peki, II. Murad, kendisinin emri üzerine Mercimek Ahmed’in Farsçadan çevirdiği, 11. Yüzyılda yaşamış Kuhistan Sultanı Kâbus’un oğluna nasihat kitabı Kâbusname’deki şu satırları okuduğunda şaşırmış mıydı acaba: "... ve yaz olunca avretlere meylet ve kışın oğlanlara, ta ki bedenen sağlam olasın. Zira ki oğlan teni sıcaktır, yazın iki sıcak bir yere gelirse teni azıtır ve avret teni soğuktur, kışın iki soğuk bir yere gelse teni kurutur vesselam." 
“Osmanlı'nın eşcinselliği neredeyse tarihsel ve cinsel bir norma dönüştürmesine karşılık, Cumhuriyet etiğinin, eşcinselliği kamusal söylemin dışına çıkardığını söyleyebiliriz” diye söze giren Hilmi Yavuz, Fatih Sultan Mehmed’in ‘Avni’ mahlasıyla yazdığı gazellerden birinde Veyis adlı güzel bir oğlanı övdüğünü, gazelin sonunda da “Ey Avni! Talihin yaver gitti ve o sevgili misafirin oldu. Fırsatı kaçırma; zira Veyis bin cana bedeldir” dediğini; Fatih’in bir diğer gazelinde ise Galata’daki bir kilisede görevli papazı öve öve bitiremediğini yazdığında kıyamet kopmuştu. Bu konu da hala araştırmacısını bekliyor… 

Osmanlı’da Eşcinsel-Pederastik Edebiyatın Gelişme Nedenleri

Bu bağlamda sorulması gereken soru şudur: Nasıl olur da yeniliğe, bilimselliğe ve özgürlüğe kapalı, muhafazakârlık ve taassubun egemen olduğu Osmanlı İmparatorluğunda böyle bir pederastik edebiyat ve kültür gelişmiştir? Bunun yanıtı çok basit ve yalındır.
Pederasti ve pedofiliyi açıkça kınayan, bu eylemleri mahkûm edici şeri cezalar, açık bir ayet Kuran’da yoktur. Gerçi, zina edenlere 100 değnek vurulması açıkça yazar, fakat 4 şahit gerekmektedir; 4 şahit yoksa bu suçlamayı yapanlara 80 değnek vurulur (Nur Suresi: 2-4).
Ancak, Neml ve Araf surelerinde erkeklerle cinsel ilişki konusunda Lut halkına yapılmış uyarılar vardır:
Araf: 81 “Çünkü siz kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Belki de siz haddi aşan bir kavimsiniz.”
Neml: 55 “Siz ille de kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşacak mısınız? Doğrusu siz beyinsizlikte devam ede gelen bir kavimsiniz!”
Dikkat edersek, burada “belki, haddi aşmak, beyinsizlik” gibi sözler kınamadan ziyade alaycı söylemlerdir. Kuran’da eşcinsellere insanlar tarafından herhangi bir ceza verilmesi öngörülmemiştir. Ve eşcinselliğin revaçta olduğu Sodom ve Gomorra’da yaşayanlara verilen ceza insanlardan değil doğrudan Allah’tan gelir. Lut kavmi gökten inen “balçık taşlarla”yok edilir. (Hud: 82-83).
Neml ve Araf Surelerindeki ayetler “şehvetle erkeklere gidilmesinden” söz eder. Ancak, burada “erkek” sözcüğü ile kastedilen ergen erkektir. Oğlan çocukları “henüz sakalı ve bıyığı çıkmamış” olduğundan “erkek” kategorisi içinde değildir. Bu nedenle, oğlanlar ve ergen olmayan çocuklarla cinsel ilişki ahlaki ve dinsel bir suç olarak algılanmamıştır. Cennetteki sedefleri içinde saklı inci gibi gılmanların varlığı da bu anlayışın bir ürünüdür.
Öte yandan, İslam ve Osmanlı geleneğinde henüz adet görmemiş veya hiç adet görmemiş çocuk yaşta kızlarla evlenmek de ahlak ve hukuk dışı bir davranış olarak görülmediği gibi kız çocuklarıyla evlenmek çok olağandı ve bu konuda Kuran’da herhangi bir kısıtlama yoktur. Bilindiği gibi Hz. Ayşe, Hz. Muhammed ile nişanlandığında 6 yaşındaydı ve 9 yaşında onunla evlenmiştir. Zaten bu gelenek günümüzde çocuk gelinler olgusuyla muhafazakâr ve cahil kesimlerde hâlâ sürmektedir.
Küçük kızlarla ilgili olarak Kuran’da sadece boşanma konusuna açıklık getirilmiştir. “Henüz adet görmemiş” veya “hiç adet görmemiş” kızlarla evlenenler onları boşadıkları andan itibaren 3 ay geçene kadar (hamile olup olmadıklarının iyice belirlemesi amacıyla) beklemek zorundadırlar. Bu süre boyunca kızlar koca evinde kalırlar:
Talak Suresi 4. kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır.” (Diyanet İşl. Bşk. Çev.)“Âdetten kesilen kadınlarınızın iddet bekleme sürelerinde kuşkuya düşerseniz, onların iddetleri üç aydır. Hiç âdet görmemiş kadınların süreleri de böyledir.” (Yaşar Nuri Öztürk Çev.)
O halde, psikiyatrinin pederasti ve pedofili olarak tanımladığı eylemler, söz konusu ayetlerin kapsamı dışında kaldığından (gelenekler ve dinsel açıdan) o devirde bir suç veya ahlaki bir sapkınlık olarak görülmemiştir. İşte bu nedenlerle, eşcinsellikten çok, pedofili ve pederasti Osmanlı kültüründe yaygınlaşmış, sonuçta sapkın sevinin yüceltildiği bir edebiyat anlayışı gelişmiştir. İmparatorluğun en güçlü olduğu dönemlerinde (XIV-XVIII. yüzyıl) gelişen Divan Edebiyatı, Lale Devri ile zirveye ulaşmış, daha sonra yenilgiler, duraklama devri, arkasından da gerileme devrinin başlamasıyla yavaş yavaş ortadan kalkmıştır.
Bu kadar zengin bir çeşit ve estetiğe sahip eşcinsel-pederastik bir edebiyat Batıda yoktur.

Divan Edebiyatından Şiir Örnekleri:

Divan Edebiyatından pederastik temalı bazı şiir örnekleri Türkçe çevirisiyle aşağıda sunulmaktadır:
İzn alıp cuma namazına deyu mâderden
Bir gün uğrulayalım çerhi sitemperverden
Dolaşıp iskeleye doğru nihan yollardan
Gidelim servi revânım yürü Sadabâd’a.
(Cuma namazına diye izin alıp anneden
Bir gün uğurlayalım sitemkâr yüzleri
İskeleye doğru dolaşıp ıssız yollardan
Gidelim servi boylum yürü Sadabad’a)
Nedim

Ben olsam bir de mutrib, bir de tarfi cûybâr olsa
Hoş bir de farzâ bir cüvâni şîvekâr olsa.
(Ben olsam bir de çalgıcılar, bir ırmak kenarında olsak
Bir de işveli bir oğlan olsa yanımızda ne hoş olur )
Nedim

Hammâmına bârid idim Göynük’ün ammâ
Hammâmcısını gördüm hammâmına ısındım.
(Göynük’ün hamamına pek soğuktum, ama
Hamamcısını görünce, hamamına ısındım.)
Hamdullah Hamdi

Bâisi güftâr olur bana senin nutkı lebin
Sanasın Îsâyı Meryemdir ki mevtâ söyletir.
(Senin konuşan dudakların benim güftem olur;
Sanırsın Meryem oğlu İsa’dır ölüleri söyleten)
Nevî

Hüsne mağrûr oldun ey ruhları al
Seni bu güzellik çok nazlandırdı
Fahreyleme zîrâ çarhı köhne
Nice mahbûbları sakallandırdı.
(Güzelliğinle gururlandın ey alyanaklı
Seni bu güzellik çok nazlandırdı
Pek övünme, çünkü köhne felek
Nice erkek sevgiliyi sakallandırdı!)
Merzifonlu Eyyûb Sabrî

Desti dellâki görüp ol zülfi anberfâmda
Başuma kaynar sular koydu duşa hammâmda.
Babanın cânı yürek yağı çekerler kanı
Ana beş beş doğura senin gibi oğlanı.
(Amber kokulu zülfünde tellâkın elini gördüğümde
Hamamda başıma kaynar sular döküldü
Babanın cânı yürek yağı çekerler kanını
Analar beşer beşer doğura senin gibi oğlanı.)
Behişti

Temâşâ eyledim hammâmı herkes âlem üstünde
O denlü girme çıkma var ki âdem âdem üstünde.
(Hamamı seyrettim herkes âlem yapmakta
O denli girme çıkma var ki adam adam üstünde!)
 Veysî

Eşcinseller, Lezbiyenler, Zenneler , Köçekler ve Kutsal Kitaplar

Kuran’da zoofiliye karşı bir ceza yoktur. Eşcinsel ve lezbiyenlere dayak atılması veya başka bir ceza verilmesi hakkında bir ayet veya Tevrat’ta olduğu gibi eşcinselliği iğrençlik olarak tanımlayan, ağır bir şekilde kınayan ve ölüme mahkûm eden sert bir ceza da Kuran’da yoktur. Tevrat’ta şöyle der:
“Kadınla yatar gibi bir erkekle yatmayacaksın. Bu iğrençtir. Ve hiç bir hayvanla kendini murdar etmek için yatmayacaksın ve bir kadın hayvanla yatmak için onun önünde durmayacak; sapıklıktır.(…) Bir erkek başka bir erkekle yatarsa, ikisi de iğrençlik etmiş olur. Kesinlikle öldürüleceklerdir.” (Tevrat, Levililer 18: 22-23; 20: 13)
Yahudi şeriatında bu cezalar taşlanarak (recm) veya yakılarak infaz edilir. Tevrat’ta erkeğin kadın, kadının erkek elbiseleri giymesi bile mekruhtur. (Tevrat, Tesniye 22: 5) İncil’de ise eşcinsel ve lezbiyenlerin insan yargısıyla değil, ancak doğrudan tanrısal yargıyla cezalandırılmaları söz konusudur:
“İşte böylece Tanrı onları utanç verici tutkulara teslim etti. Kadınlar bile doğal ilişki yerine doğal olmayanı yeğlediler. Aynı şekilde erkekler de kadınla doğal ilişkiyi bırakıp birbirleri için şehvetle yanıp tutuştular. Erkekler erkeklerle utanç verici ilişkilere girdiler. (…) Böyle davrananların ölümü hak ettiğine ilişkin Tanrı buyruğunu bildikleri halde, bunları yalnız yapmakla kalmaz, yapanları da onaylarlar.” (İncil, Romalılar 1:25-32)
Bu bağlamda Tevrat ve İncil’deki katı kurallara karşın İslamiyet çok daha hoş görülüdür. Örneğin, Ortaoyununda kadın tipleri zenne adı verilen kadın kılığına girmiş erkek oyuncular tarafından canlandırılır. Zira İslam şeriatı kadını sanat dünyasından dışlayınca kadın rolünü erkekler üstlenmek zorunda kalmıştır! Köçek ise kadın elbisesi giyen erkektir. Köçek ve zenne tiplemelerini travestizm ve transvertizmin kamufle edilmiş ilk prototipleri olarak kabul etmek mümkündür.
O halde, Yahudilikten farklı olarak Hıristiyanlık ve İslamlıkta eşcinsellik insanlar tarafından cezalandırılması gereken davranışlar kapsamında değildir. Bunlara verilecek ceza insandan değil, Lut olayında (Sodom-Gomorra) olduğu gibi tanrısal yargılamayla gerçekleşecektir. İmdi o zaman soralım: Hilafetin başındaki Osmanlı Sultanları nasıl oluyor da İslam’da kınanan ve tanrısal gazapla cezalandırılan eşcinselliği saraylarında serbest bırakıyorlar?


Deli Birader ve Kitabı 
‘Osmanlı sultanlarının kahkahalarla okuduğu kitap’ olarak ünlenen Kitab-ı Dâfi‘ü 'l-gumûm ve Râfi‘ü 'l-humûm’un (kısaca ‘Gamları Def Eden Kitap’) ilk bölümü nikâhın meziyetlerine ve sevişmenin faydalarına; ikinci bölüm ‘kulampara’ (aktif eşcinsel) kardeşlerin ve zampara biraderlerin arasında geçen tartışmalara; üçüncü bölüm servi boylu yalın yüzlü ve lale yanaklı oğlanlarla sohbetin zevklerine; dördüncü bölüm gümüş tenli kadınlar ve yasemin göğüslü kızlarla oynaşmanın hazlarına; beşinci bölüm, rüyalarda yaşanan bazı hallere ve hayvanlarla ilişkilere; altıncı bölümde oğlanların (pasif eşcinsellerin) ve ne idüğü belirsizlerin durumlarına; yedinci bölümde gidilerin (pezevenk ?) ve boynuzluların hikâyelerine dairdi. 
Kitabın yazarı ise Gazali mahlasıyla yazan, ası adı Mehmet olan, ama Deli Birader adıyla tanınan bir medreseliydi. Deli Birader, 1466’da Bursa'da doğmuş, medrese eğitimini tamamladıktan sonra devrin önemli din bilginlerinden olan Muhyiddin-i Acemi'den ders almış, Bursa'da Bayezid Paşa Medresesi’nde müderrislik yaparken Manisa Sancağı’nda bulunan Şehzade Korkut’un (II. Bayezid'in oğlu idi) edebiyat çevresine girmişti. Sözünü ettiğim kitabı Piyale Ağa adlı birinin isteği üzerine yazan, ancak Şehzade Korkut’un eseri beğenmemesi üzerine gözden düştüğü ileri sürülen Deli Birader, 1512’de Korkut'un tahtı ele geçiren kardeşi (Yavuz) Sultan Selim tarafından öldürmesinden sonra, Bursa yakınlarındaki Geyiklibaba Türbesi'nde şeyhlik etmiş, ardından Sivrihisar, Akşehir ve Amasya’da medrese hocalığı yapmıştı. Derken İstanbul'a gelip Beşiktaş'ta bir hamam açmış, ama hamamda delikanlılarla yaptığı âlemler İstanbul halkının diline düşünce, çareyi uzaklara kaçmakta bulmuştu. Sığındığı yer ne ilginçtir ki, Mekke idi. Deli Birader hayatını 1535’te burada kaybetmiş ve bir din adamı olduğu için cenaze namazı Kâbe’de kılınmış ve Kâbe yakınlarına defnedilmişti...


Suhte Ayaklanmaları 
Buraya kadar anlattıklarımız devletlülerimizin keyifli yaşamları hakkında. Ama Mustafa Akdağ’ın günışığına çıkardığı, 16. Yüzyıl Osmanlı tarihine damgasını vuran ‘suhte ayaklanmaları’ (kıyamı) ‘kızsız-erkekli’ yaşamın çok yıkıcı da olabileceğini düşündürüyor. 
O dönemde Osmanlı’da din adamı olmak üzere medreselerde okuyan ergenlik çağındaki öğrencilere ‘suhte’ (softa) deniliyordu. Medrese eğitimini başarıyla tamamlayanlar devlette kadılık, naiplik, müderrislik, imamlık gibi görevlere atanıyorlardı. Medreselerde öğrenciler yatılı okuyorlar, imarethane denilen öğrenci yurtlarındaki 3-5 kişilik hücrelerde yaşıyorlardı. Akdağ’ın anlatımıyla “Ömürlerinin en genç ve kızgın çağını, bu dışa kapalı, dar, karanlık ve kubbe biçimindeki, tavanından karanlığın hayalleri sarkan bu hücrelerde geçirmek zorunda kalan öğrencilerin, ara sıra çıktıkları şehrin sokak ya da çarşı ve pazarları da, onların gençlik ihtiyaçlarına kesinlikle kapalı bulunuyordu. Gizli çalışan, yakalandıkça da şuraya buraya sürülen fahişeleri bulmak çok zor bir işti (…) medrese öğrencilerinin, genç çocuklar ile düşüp kalkmaları, toplum ahlâkını kemiren bir alışkanlık hâlinde sürüp gidiyordu. Yalnız bunlar değil, ‘levent’ dediğimiz, köyden kente gelmiş, işsiz güçsüz dolaşan ve ‘bekâr odalarında’ her türlü ahlâksızlığı yapmaktan çekinmeyen ergen kitleler de, bu doğa dışı cinsel sapıklıkları huy edinmişlerdi. Kadın-erkek ilişkilerini son derece kısıtlayan, hatta fahişeliğe bile göz yummayıp, bu gibi kadınları oradan oraya süren o dönemin yobazlığının, asayişçilerin cerime (para cezası) çıkarabilmek için, bir erkekle bir kadını konuşurken de olsa yakalayabilme gayretlerinin, suhte ve leventlerin bu söylediğimiz doğaya aykırı alışkanlıklarını bütün bütün kamçılamakta olduğu bir gerçektir. Bu incelediğimiz sıralarda, hatta birer meyhane gibi kullanılan bozahanelerin işleticileri, bu gibi yerlere doluşan ergen müşterileri için ‘taze oğlanlar’ bulundurmakta ve yasakları da hiçe saymaktaydılar.” 
Mustafa Akdağ’ın eşcinselliği doğa dışı gören, hatta şeytanlaştıran dilini ve cinsel bunalımları sanki tek nedenmiş gibi ele almasını eleştirmemek mümkün değil. Çünkü suhtelerin sadece cinsel sorunları yoktu. Mezun olduktan sonra iş bulamamak gibi başka bir sorunları daha vardı. İkisi birleşince ortaya gerçekten vahim bir tablo çıkmıştı. Öyle ki, önce ümitsiz ve öfkeli suhteler 100-150’şer kişilik bölükler halinde çevre yerleşimlerdeki halkı rahatsız etmeye, cer, kurban, nezir adı altında haraç toplamaya başladılar. Sonra işi eşkıyalığa vurdular. Anadolu’da Tarsus’tan başlayarak, Toroslar’ı takiben, Sivas’tan ve Erzincan’dan Giresun’un doğusuna çekilen bir hattın batısında kalan bölgelerde yoğun suhte ayaklanmaları görüldü. (Akdağ’a göre isyanlar Kürt bölgelerinde çıkmamış, Türk bölgelerine münhasır kalmıştı, yani adeta ‘milli’ nitelikteydi.) 
Suhteler Selanik, Üsküp, Gümülcine gibi Balkan şehirlerine kadar uzanan geniş bir coğrafyada önce zenginlerin evlerini, sonra sıradan insanların evlerini bastılar, yakışıklı çocuklarını (bunlara ‘yüzü tüysüz oğlan’ anlamına ‘sâderû’ diyorlardı) kaçırdılar. Kaçırma olayına ‘oğlan çekme’ deniyordu. Bazı yerlerde hocaları da öğrencilere yardım ediyordu. Baskınlardan paylarını alan devlet görevlileri vardı. Olaylar Kanuni döneminin (1520-1566) son yıllarında tırmanışa geçen suhte ayaklanmaları onun oğlu II. Selim döneminde (1566-1574) zirveye çıktı. Etrafı yağmalayan suhteler, güvenlik güçleri takip edince dağlara kaçıp, saklanıyor, bahar geldiğinde tekrar şehir ve kasabaları yağmalıyorlardı. Suhte ayaklanmalarını bastırmak için ‘il eri’ denilen özel kuvvetler kuruldu. Ancak suhteler bunlara, hatta zaman zaman Yeniçeri ocaklarına bile baskınlar düzenlediler. Suhte sorunu, yüzyılın sonlarında hafifledi, ancak yerini işsiz askerlerin de katılmasıyla birlikte 1610’a kadar sürecek olan Celali İsyanları aldı… 
Bu ‘yıkıcı’ parantezi kapatıp yine, ‘zevk-u sefa’ faslına dönelim.


Tüysüz Oğlanlar Kılavuzu 
II. Selim, III. Murad ve III. Mehmed dönemlerinin tarihçisi, divan kâtibi, valisi Gelibolulu Mustafa Ali (ö. 1600),Divân’ında "Zenne rağbet eder mi âkil olan/Tab-ı Ali civâne maildir.” (Aklı başında olan kadına eğilim gösterir mi? Ali'nin yaradılışında delikanlıya yöneliş vardır) demiş, dönemin eşcinselliğe bakışını en güzel özetleyen eserlerden biri olan Mevâidün Nefais fi Kavaidil-Mecalis’i (Görgü ve Toplum Kuralları Üzerinde Ziyafet Sofraları) kaleme almıştı. Bu kitapta eşcinsellik (oğlancılık) toplumun bir gerçeği olarak bir yandan kabulleniliyor ve konuyla ilgili ayrıntılı bilgiler verilirken, bir yandan da kötüleniyordu. 
Gelibolulu Mustafa Ali, Mevâid'in çeşitli bölümlerinde Osmanlı eyaletlerinde yaşayan çeşitli ırk ve etnik kökenden toplumların delikanlıları hakkında kısa kısa bilgiler veriyordu. Örneğin “Tüysüzler soyundan namert lokması olanların çoğu Arabistan piçleri ve Anadolu Türklerinin veled -i zinalarıdır, onların sürdüğü güzellik ve cazibe süresini hiçbir diyarın tüysüzleri sürmez,” diyordu. Örneğin “Edirne, Bursa ve İstanbul'un ince bellileri her yönden kusursuzlukta ve güzellikte onlardan ileridir,” diyordu. Örneğin “Kürt tüysüzleri, anadan doğma evbaş olanların tecrübesine göre sağlıklı, yumuşak ve uysal ve her ne teklif olunsa dinleyip yapmaları çok olur. Hele bellerinden aşağısını kına ile boyatır, dizlerine ininceye kadar boyanarak kendilerini süslerler,” diyordu. “Uzun boylu, salınarak yürüyenleri kullanmak isteyenler Rumeli köçeklerinden şaşmasınlar. Kul cinsinin de Yusuf çehreli Çerkezlerinden ve Hırvat asıllıların nefesleri mis kokanlarından sakın usanıp bezmesinler,” diyordu. “Ama Gürcü, Rus ve Görel cinsi, öteki esnafın gübresi gibidir. Onlara bakarak Macar soyundan olanlar, başka tayfaların tabiata uygun ve makbul olanlarıdır. Gel gelelim, çoğu efendisine, hıyanet eder; düşüp kalkmalarından, davranışlarından her kişi onların çirkin yönlerini görür,” diyordu. “Şaşılacak olan budur ki Mısır evbaşları Habeşlilere düşkündür. Araya soğukluk girer, her biri insanın samurudur, derler. Aslında yatak hizmetinde usta olurlarmış, yani esbap buhurlamayı, yatak ve yastık döşemeyi candan isterlermiş. Erkeğinde, dişisinde adamlık belli imiş: her ne semte görülürse uysal ve güzel davranarak yumuşaklık göstermeleri kolaymış,” diyordu... 


Emirgân Adı Nereden Geliyor? 
Bundan çeyrek asır sonra, IV. Murad (1623-1640) İran Seferi sırasında Revan kalesini kendisine savaşsız teslim eden kale kumandanı Emirgûneoğlu Tahmasp Kulu Han adlı bir eşcinseli İstanbul’a getirecek, adını Yusuf yapıp musahipliğine atayacaktı. Padişahın Yusuf Paşa’ya verdiği hediyelerden biri bugün Emirgân dediğimiz semtteki ‘Feridun Bahçesi’ idi. Dimitri Kantemir ve Eremya Çelebi’ye bakılırsa, padişah bu bahçedeki konakta, Musa Çelebi ve Silahtar Mustafa Paşa gibi dönemin ünlü eşcinselleri ile sabaha kadar oturak âlemleri düzenlerdi. Bir yandan da, halkın ahlak bekçiliğini yapardı. Öyle ki IV. Murad devrinde, bazı kaynaklara göre 14 bin, bazılarına göre 20 bin kişi kahvehanelere gittiği, tütün, afyon veya içki içtiği gerekçesiyle katledilmişti… Üstelik bu katliam işinde padişah da bizzat yer almıştı… 
Hâlbuki dönemin açık sözlü yazarı Evliya Çelebi’den öğrendiğimize göre o tarihlerde eşcinsel meslek erbablarına ‘hizan-ı dilberan’ (düşkün ahlaksız gençler) denirdi. Bunlar ‘defter-i hîzan’a kaydedilerek devlet tarafından vergilendirilirdi. Çelebi’ye göre “Hîzân-ı Dilberân esnafı nefer (kişi) 500, bunlar bir alay yersiz, yurtsuz, düşkün, ahlâksız, yüzsüzlerdir ki kendi kadir ve kıymetlerini bilmeyip Babulluk’ta, Kalatyonoz’da, Finde’de, Kumkapı’da, San Pavla’da, Meydancık’ta, Kiliseardı’nda, Tatavla’da ve çeşit çeşit içki içilen yerlerde sürü sürü gezip boğazı tokluğuna avlanırken subaşı tuzağına düşüp sonunda defterli olur” idi. Çelebi’ye bakılırsa yine o tarihlerde “Deyyuslar esnafı” 212 kişi, “Ahmak pezevenkler esnafı” 300 kişi idi. Bu kişiler diğer meslek erbabıyla birlikte, padişahı İran Seferi’ne uğurlayan esnaf alayına katılmışlardı üstelik…


Genç Osman’ın Başına Gelenler 
Evliya Çelebi’nin konumuzla ilgili bir başka ifşaatı da, I. Ahmet’in talihsiz oğlu Genç Osman’ın kendisini tahttan indiren Yeniçeriler tarafından öldürülmeden (1622) önce ırzına geçildiğiydi. Ancak Seyahatname’nin bu sayfaları, 1896 yılında orijinal yazmayı ilk kez yayımlayan kurulun içindeki Necib Asım Bey tarafından yırtılarak imha edildiği için bunu yakın tarihe kadar duymamıştık. Asım Bey bu eylemini şu tanıdık sözlerle gerekçelendirmişti: “Tarihimiz için bu sayfa kara bir lekedir. Bunu gelecek kuşaklara göstermek doğru olmadığı için yırttım!" 
Biz de bu ‘kara’ sayfayı kapatalım ve resmi tarihçilerin ‘Lale Devri’ adını taktığı III. Ahmed döneminin (1718-1730) ünlü şairi Nedim’in lise kitaplarında kesinlikle rastlayamayacağınız şu beyitle neşelenelim: "İzn alub cum'a nemâzına deyû mâderden/Bir gün uğrılayalım çerh-i sitem-perverden/Dolaşub iskeleye doğrı nihân yollardan/Gidelim serv-i revânım yürü Sad'âbâde." 
Günümüz Türkçesiyle şair şöyle diyor: "Annenden cuma namazına gideceğiz diye izin alıp sitemlik felekten bir gün çalalım. Gizli yollardan iskeleye doğru dolaşıp, yürü selvi boylu sevgilim Sadabad'e gidelim." Nedim’i (ve benzer temaları işleyen, Kanuni dönemi şairleri Baki’yi ve Fuzuli’yi) savunmak için ‘Divan şiiri sembolizminden’ dem vuracaklara: “Kadınlar cuma namazına gitmediklerine göre, Nedim'in ayartmaya çalıştığı servi boylu, erkek familyasından biri olmalı”, deyip yolumuza devam edelim.


Enderunlu Fazıl’ın Oğlanları 
Neyse ki, 18/19. yüzyıl divan şairlerinden Enderunlu Fazıl Bey (ö.1810) oğlan sevgililerinden övgüyle bahseden açık sözlü biriydi. “Şairiz, şeyn verir şanımıza/Giremez fahişe divanımıza'” (Fahişeler kitabımıza giremez, şairiz, bu şanımıza leke sürer) şeklindeki ünlü beytinde müellifi olan şairimiz, Defter-i Aşk adlı eserinde dört erkek sevgilisini (ilki adını vermediği bir delikanlı, ikincisi Süleyman Bey, üçüncüsü hanende Şehlevendim Abdullah Ağa, dördüncüsü İsmail adlı bir köçek); bir sevgilisinin merakını gidermek için yazdığı Hubanname adlı eserinde çeşitli memleketlerin erkeklerini; sevgilisinin “kadınlarla birlikte olurum” tehdidi üzerine yazdığı Zenanname adlı eserinde o memleketlerin kadınlarını; Çenginame adlı eserinde döneminin erkek raksçılarını (köçekleri) anlatmıştı. Divan adlı eserinde ise devrin büyüklerine düzdüğü övgüler ve oğlanlar için yazılmış gazeller yer alıyordu. 
Gazeteci Murat Bardakçı, İnkılâp Yayınları’ndan çıkan “Osmanlı’da Seks” adlı kitabında Osmanlı toplumundaki cinsel yönelimleri ve usulleri anlatıyor.
Adına Kitap Yazılan Yemenici Bali Oğlan
Kitapta, 1686 yılında Hamamcılar Kethüdası olan İsmail Ağa tarafından kaleme alınan Dellakname-i Dil Küşa yani Gönüller Açan Tellaklar Kitabı adlı uzunca bir metin yer alıyor. İstanbul’un ünlü hamamları ve bu hamamlarda “kulamparaya peştamal çözen nazenin oğlanları” anlatan İsmail Ağa’nın kitabı kaleme almasının sebebi ise yine bir hamam oğlanı. Kılıç Ali Paşa Hamamı’nda “soyunurken” İsmail Ağa tarafından çok beğenilerek “iç oğlanı”yapılan Yemenici Bali Oğlan, “Bir kitap yazsan, içinde adımız geçse, tarihte hatırlansak” deyince İsmail Ağa, İstanbul’daki 2 bin 123 “parlak” tellaktan on birini seçerek anlatmaya başlamış. Tabii başta Yemenici Bali Oğlan. Kethüda’nın coşkulu üslûbunun katkısıyla, ortaya Osmanlı’nın en renkli eşcinsel metinlerinden biri çıkmış.

İsmail Ağa'nın Yakışıklı Sevgilisi

İsmail Ağa, “mahbûb-ı ziba” yani “yakışıklı sevgili” diye andığı Yemenici Bali Oğlan için şunları söylüyor: “Henüz on beş yaşında ve güzellik tacı adının başında ve bu günahkârın mürg-i dili (gönül kuşu) yemenici oğlanın samur kaşında.” Zavallı Yemenici, gaddarlıklarıyla nam salmış 59. Yeniçeri Ortası’nın acemilerinden. Şahbaz bir yoldaşının altındayken baskın verilince defterli olup Kılıç Ali Hamamı’nda soyunmaya başlamış. Kethüda’nın deyişiyle, “Amma camekân odada, amma içeri halvette o nazlı oğlanın firuze kâsesini ejder misali demir kazık millerle oymuşlar.”
İsmail Ağa, Yemenici’nin hamamda soyunduğu dönemdeki tarifesiyle ilgili de bilgiler vermiş:“Gece ve gündüz seferi 70 akçedir. 20 akça dahi ortağı dellak alır. Gece döşek yoldaşlığı 300 akçadır. Kulamparası kaç sefere takati varsa 300 akçaya dâhildir.”

Haydutların Tecavüzüne Uğrayan Sipahi Mustafa Bey

Bir kadızadenin gönül eğlencesiyken sokaklara düşen Sipahi Mustafa Bey, Mudurnu Dağı’nda “Kara Domuz” namlı bir hayduda peşkeş çekilmiş. İsmail Ağa’nın deyişiyle haydut, “Oğlancığı kıllı sineye çekip gözleri yaşına bakmayıp gümüş kümbetine demir kazık çakmıştır.” Haydudun diğer adamları da Sipahi Mustafa Bey’e tecavüz ettikten sonra zavallıyı, “Yürümeye mecali kalmamakla bir handa emanet yatağa koyup gitmişler.” Bu Sipahi Mustafa Bey de Fındıklı’daki Müftü Efendi Hamamı’nda defterli olmuş.

Kız Softa'nın Başına Gelenler

Kitapta anlatılan hamam oğlanlarından biri de Kız Softa namlı Ürgüplü İsmail. İstanbul’da hemşerisi Dağlı Mustafa’nın yanında kalırken, üçüncü gece bu niyeti bozuk hemşeri,“Oğlan, s..... yarî hiledir (dostça bir oyundur) deyip oğlancığı b’il-ikna (ikna ederek) rızasıyla fiilî livataya mübaşeret eyledikte (girişince) maslahatı begayet kebir olmakla İsmail bihuş oldukta gaddar herif işini tamam görmüştür.”
Bu olayın ardından Kız Softa, İstanbul’da tezgâh arkası, dükkân, yangın yeri, mezbelelik birçok yerde soyunmuş nihayet Yıldızbaba Hamamı’nda beline peştamalı sarmış.

Tokmakçı Kalyoncu Süleyman

Kethüda Efendi’nin “âdem ejderhası” diye anlattığı Kalyoncu Süleyman rağbet edilen bir “tokmakçıymış.” Bir gün kahvede otururken, Piyalepaşa hamamcısı ile tanışmış. Hamamcı, “Tamam, bana böyle şahbaz bir tokmakçı lazım” deyip Süleyman’ı hamama almış. İsmail Ağa, bu âdem ejderhasının hamam muamelesini anlatırken adeta kendinden geçmiş: “Uzan beyim, paşam deyip nicesini baldır bacağa atar, kıvamı geldikte kendi peştemalını fora edip dal... müşterinin ayaklarını öper... ”

Kınalıkuzu Firuz

El, ayak parmakları kınalı olan Firuz, Arnavut asıllıymış. Bir hemşerisi Firuz’u hamama gelen kulamparalara tanıştırmış, el öptürmüş. Hamamda yaşananları anlatan Kethüda Efendi, Firuz için de kalemini konuşturmuş: “Efendim, ortaklık yoludur. Oğlanın başını tutmam gerektir deyip o lain Arnavud şaki, Firuz’un boynuna kol kemendini attıkta, oğlanın g... nur topu misali d... ki, aşk olsun o oğlana .... basana.”

İlk Fahişeler, İlk Jigololar

Murat Bardakçı diyor ki; “İstanbul halkı için seks skandalları, sık rastlanan olaylardandır. Hiçbir dönemde de engellenememiştir.”
Kitaba göre ilk kayıtlı fahişelere Kanuni Sultan Süleyman devrinde rastlanmış. Bununla birlikte ilk jigololar Yavuz Sultan Selim devrinde ortaya çıkmış.

Kanuni Döneminde Ün Yapan Fahişeler

Murat Bardakçı kitapta Kanuni döneminde İstanbul’da ün yapan ilk fahişelerin isimlerini bile veriyor: Arap Fatı, Giritli Narin, Atlıases Kamer, Kirteli Nefise ve Balatlı Ayni...

Bali Bey'in Karısı Jigolo Düşkünüydü

Yavuz Sultan Selim döneminin milli kahramanı olan Bali Bey’in karısı ise jigololara tutkunmuş. Varını yoğunu genç erkeklere veriyormuş. Çift bu yüzden pek çok kez kadılık olsa da, yaşananlar Yavuz’un kulağına gitse de Bali Bey’in karısı genç erkeklerle ilgilenmekten bir türlü vazgeçememiş.

Lezbiyen Cümbüşü

Murat Bardakçı’nın kitabında Osmanlı’daki lezbiyen ilişkiler de anlatılıyor. Arapça “zarif” kelimesinden gelme“zürefa”nın “lezbiyen”, “sevici” anlamında kullanıldığını belirten Bardakçı, bu merakın, İstanbul’da her dönemde ve özellikle yüksek kesimde revaçta olduğunu anlatıyor.

Osman Paşa'nın Lezbiyen Karısı

Lezbiyenlikle ilgili gerçek hikâyelerden biri Sadaret kaymakamı Osman Paşa’nın karısının başından geçmiş. 1810 yılında Sadaret kaymakamı olan Osman Paşa’nın en büyük zaafı İstanbul’un en namlı lezbiyenlerinden biri olan karısına aşırı düşkünlüğüymüş. Karısı bir Çingene rakkaseye gönül verip evde hanımların katıldığı içkili, müzikli meclisler düzenleyince dedikodular alıp başını gitmiş. Bu âlemler duyulunca, saraydan, “Karısına sahip çıkamayan devlete hiç çıkamaz” yazılı fermanla Osman Paşa’yı devlet görevinden azletmişler. Günah yalnızca halk içindi.
Ahmet Cevdet Paşa’nın Saptaması 
Özetin özeti, eşcinselliğin ayıp sayılması, Batı tipi reformlara hız verilen, dolayısıyla kadın-erkek ilişkilerinin normalleşmeye başladığı Tanzimat Dönemi’nden (1839’dan) itibaren oldu. Dönemin âlimi ve resmi tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa, Maruzat adlı eserinde son durumu şöyle özetlemişti: "...Kadın düşkünleri çoğaldı, delikanlı meraklıları azaldı. Oğlancılık sanki yere battı. İstanbul’da eskiden beri delikanlılara karşı olan aşk ve ilgi kızlara yöneldi. Sultan Üçüncü Ahmed zamanından beri devam eden Kâğıthane seyri daha fazla rağbet buldu. Gerek orada, gerek Bayezid Meydanı’nda arabalara işaret verme usulü başladı. Devletin önde gelenleri arasında kulamparalığıyla meşhur Kâmil ve Âli Paşalar ile onlara mensup olanlar kalmadı..." 
Cevdet Paşa iyimser bir yorum yapmış elbet. Eşcinsellik, insanlık tarihi kadar eski bir insanlık hali. Muhtemelen insanlık var oldukça da var olacak... Eşcinselliğin biyolojik, sosyo-kültürel, siyasal nedenleri ve işlevleri başlı başına araştırma konusu. Kızlı-erkekli yaşamı içlerine sindiremeyenlerin eşcinselliği nasıl sindirdiklerini de ‘muhafazakâr-demokrat’yazarlar anlatır herhalde. 
Yazımızı Jurnal adlı günlüğüne “tarih, galiplerin propagandasıdır” diye yazan, sahici muhafazakâr-demokrat düşünür Cemil Meriç bağlasın: “Düşünmek, insan üzerine düşünmek mutlaka yasak bölgelerden birkaçına dalıp çıkmakla olur. Zaten demokrasi ve liberalizm yasak bölgeleri kaldırmak manasına gelir. O halde din vaktiyle en basit jestlere kadar bütün insan hayatını düzenlemeye kalkışmıştır: İçki içmeyeceksin, domuz yemeyeceksin, zina yapmayacaksın. Osmanlı bunların hepsini yaptı. Ama gözlenerek, korkarak ve şuuru yaralandıkça yaralandı. Hayır uyuzlaştı. İkiyüzlü bir hayvan oldu Osmanlı. Tanrı’yı ve kulu aldatan bir panayır gözbağcısı. Elinde tespih, evinde oğlan, dudağında dua…”
Bilmem bunun üstüne söz söylemeye gerek var mı?.. 

Şiirlerden Seçmeler

Henüz ergenlik aşamasına gelmemiş, sesi kalınmamış, sakalı ve bıyığı çıkmamış, yani “erkek” olmamış olan oğlanlar Divan şairleri gözünde nazlı kızlar gibidir:
Kızoğlan kızı nâzın, şehlevend âvâzı âvâzın,
Belâsın ben de bilmem, kız mısın, oğlan mısın kâfir.

(Nazlanman kızoğlan kız gibi, haykırman güzel delikanlı gibi
Belasın ben de bilmem, kız mısın oğlan mısın kâfir)
Nedim

Ya da, oğlanların ateşli bir Rum dilberinden farkları yoktur:
Dilde bu âteşi yakan mahdum
Tıflı nevres henüz dahi masûm
Görünür gerçi sûretâ mazlûm
Hâli Hindûsu lîk âfeti Rûm
Yaktı gönlümde nârı Bû Leheb’i
On üç on dört yaşında bir Çelebi.
(Dilde bu ateşi yakan oğul,
Daha yeni yetişmiş bir masumdur.
Görünüşte uysaldır ama
Hint beniyle bir Rum afeti gibidir.
Gönlümde Ebu Leheb’in ateşini yaktı
On üç on dört yaşında bir Çelebi.)
Sükkerî

Oğlan çocuğu yaşı ilerleyip ergenlik başlayınca, sakal ve bıyıklar çıkmaya başlayınca her şey mahvolur, pederastik hayaller de yıkılır:
Sakalın geldi vü mahvoldu zülfün
Demişler hata bâkî, ömre fânî.
(Sakalın çıktı ve zülüflerin mahvoldu.
Demişler sakal kalıcı, ömür geçic)i
Mesîhî

Oğlanların tüyleri ergenlik zamanı gelişip sakal ve bıyığa dönüşünce, onlar artık sevgili olmaktan çıkar ve güzelliklerini kaybederler:
Meydânı ruhi yarda oynar iken dil
Hattı erişip dedi bunun bitti sakalı
Veren ruhuna zîb ü bahâ hâl ü hatındır
K’onlardır eden hüsn metâını bahâlı.
(Sevgilinin yanak meydanında dil oynarken,
Ayva tüyleri büyüyüp dedi bunun sakalı çıktı.
Yanağını süsleyen ben ve tüylerindi
Senin güzel malını değerli kılan onlardı.)
Mesîhî



Sonuç:

Sigmund Freud (1856-1939) eşcinsellik, pederasti ve pedofili gibi cinsel anomalilerin nevroz ve psikonevrozlarda daha sık görüldüğünü saptamıştır. O halde, huri ve gılmanlarla dolu bir cennete gitmeye hak kazanan Osmanlı sultanları içinde nevroz veya psikoz hastaları çoğunlukta mı olacaktır? Yoksa bu tür görüşlere inananlar, ya da, bu tür inançları ortaya atanlar mı nevrotik veya psikotik itkiler taşımaktadırlar?
“Derinlik Psikolojisi” kuramcılarından Prof. Alfred Adler (1870-1937) “Eşcinsellik Sorunu” adlı yapıtında bu sorunsalı “erkek egemen toplum”un kaçınılmaz bir sonucu olarak görür. Bunda erkeğin, kadın cinselliği karşısında duyduğu aşağılık kompleksinin de etkisi vardır.
Kadını bu dünyada salt bir seks ve doğurma aracı olarak görüp onu kara çarşafların altına gizleyerek cinselliği yok saymaya karşılık, öbür dünyada abartılı bir seks patlamasını müminlere armağan olarak sunmaya kalkışmak psikotik bir çelişkidir. Ancak, Adler kuramına göre bu bir çelişki olmayıp, bir önceki yasakçı durumun  “telafi edilmesi” veya dengelenmesidir.
Cennetteki ne insan, ne de cin eli değmemiş, ceylan gözlü, beyaz tenli sürekli bakire kalan huriler, inci gibi tenleri olan gümüş bilezikli oğlanlar, şahnişli köşkler, divanlar, yeşil yastıklar, ipek giysiler, altın tepsiler, kadehler, sınırsız et yeme ve şarap içme serbestisi gibi salt cinsel, kösnük ve maddi zevkleri tatmin etmeye yönelik vaatlerin, ilahi bir armağandan ziyade, cahil insanları güdülemeye yönelik taktikler olması akla daha yakın gözüküyor.
Klinik tetkiklerde, haram kılınan şeylerin, yiyeceklerin, içeceklerin ve cinselliğin gerçek yaşam olarak sunulan cennette tamamen serbest olacağını ve buna inanmayanların kâfir olduklarını iddia eden zihniyetlerin,  Mehdi  ve  Mesih  özentilerinin, bilinçaltında bastırılmış derin cinsel saplantıları, psiko-seksüel bozuklukları olduğu, şizoidi veya paranoya gibi çok hasta kişiliklere sahip oldukları saptanmıştır. Kitlelerin bunlara inanarak vecd ve hezeyan halinde bu hayali inançların peşinden sürüklenmeleri ancak psikiyatri ve psikopatoloji ile açıklanabilir.
Bireyleri tek tek tedavi etmek mümkündür, ama toplumun tümü hastalıklı inançlar içinde bocalıyorsa bu nasıl tedavi edilebilir?


Özet Kaynakça: 
Ayşe Hür
Erol İrdelmen
Evliya Celebi Seyahatnamesi, I. Cilt, 1. Kitap, Hazırlayan: Orhan S¸aik Gökyay, Yapı Kredi Yayınları, 1996; Selim S. Kuru, “Sex in the Text: Deli Birader and Ottoman Literary Canon,” Middle Eastern Literatures, 10:2, 2007, s. 157-174; Gelibolulu Mustafa Âli, Görgü ve Toplum Kuralları Üzerinde Ziyafet Sofraları/Mevâidün Nefais fi Kavaidil-Mecalis-1, Yayına Hazırlayan: Orhan Şaik Gökyay, Tercüman 1001 Temel Eser Yayınları, 1978; Murat Bardakçı, Osmanlı'da Seks/Sarayda Gece Dersleri, Gür Yayınları, 1993; Mustafa Akdağ, “Medreseli İsyanları”http://www.egitim.aku.edu.tr/MedreseIsyan.pdf; Sema Nilgün Erdoğan, Sexual life in Ottoman Society, Dönence Basım ve Yayın Hizmetleri, 1996; Enderunlu Fazıl, Hubannâme ve Zenânnâme, Yeni Şark Kitabevi,1975; Cemil Meriç, Jurnal-1, İletişim, 2012.